16 Kasım 2014 Pazar

"AKLIM MARDİN'DE KALDI"

Bir seyahat ve sempozyum anımı anlatmak istiyorum.
Biraz geç de olsa anlatmam gereken bir seyahat ve sempozyum anısı...
Mardin'de Bilge Köyü katliamı yaşanmıştı ve 44 kişi hunharca katledilmişti.
AK Partili Mardin Belediyesi Mardin hakkında oluşan bu acı ve talihsiz imajı unutturmak için geniş kapsamlı uluslararası bir "yerel yönetim ve kalkınma sempozyumu" düzenlemişti. 
Değerli Başkan Beşir Ayanoğlu ve o dönemin Mardin Valisi Hasan Duruer gerçekten muhteşem bir ev sahipliği yaptı.
Aslında kendi adıma "bulunmamam gereken bir yerdeyim" diye bir duygu oluştu bende Mardin'e varır varmaz... Mardin muhteşemdi ama, ilk kez şöhretler karmasında yer almıştım:)
Evet bir akademisyen olarak sempozyum ilgi alanıma giriyordu ama, sempozyuma katılan en "şöhretsiz" kişi olarak hissettim kendimi...
Dediğim gibi adeta "şöhretler karması"nın içine düşmüştüm... Toplantıya katılan isimlerden hatırlayabildiklerimi yazarsam sanırım bana hak verirsiniz: Taha Akyol, Sami Selçuk, Nur Vergin, Ali Bulaç, Hüseyin Yayman, Neşe Düzel, Cengiz Çandar, Bejan Matur, Altan Tan, Fikret Toksöz, Ali Yaşar Sarıbay, Süleyman Seyfi Öğün, Fehmi Huveydi, Chris Game, Gülay Göktürk, Avni Özgürel, Süleyman Yaşar, Erol Katırcıoğlu, Avni Özgürel, Saliba Özmen, Kenan Mortan, Ümit Meriç, Nilüfer Narlı... İsmini hatırlayamadığım daha birçok kişi...
***
Toplantıya ilgi muhteşemdi, salon tıklım tıklım doluydu... Toplantı, ne kadar amacına ulaştı bilmiyorum... Ben naif bir şekilde yerel yönetim, demokrasi ve kalkınma derken bazı konuşmacılar "Mezopotamya, öz savunma güçleri, koruculuğun bitmesi, özerklik" gibi kavramları sıkça kullanıyorlardı. Doğrusu benim hiç beklemediğim bir ortamdı... Bazı isimler trübüne oynarken, bazıları da "bütün ve bir Türkiye'nin derdiyle" konuştular...
Çok güzel konuşmalar da oldu kuşkusuz... Bütün konuşmaları burada değerlendirmek istemiyorum...
***
Bilge Köyü'ne hep birlikte gittik. Kurşunlanmış evleri gezdik. Katledilen aile korucu ailesi. Devletten birçok sertifika almışlar, devletin yanında bir aile. Sertifikalardan bazıları kurşunlanmış duvarlarda hala asılı duruyordu...
Dara Harabelerine gittik...
Artuklu Kervansaraylarını gezdik... 
Ulu Cami ve Selçuklu döneminden kalma medreseleri (Kasımiye, Şehidiye, Zinciriye gibi) gezdik... 
Deyrul Zafaran Manastırı'na gittik...
Kızıltepe'ye gittik ve orada çok güzel bir akşam geçirdik...
Murathan Mungan'ın evini ziyaret ettik...
Mardin'de çarşıları gezdik ve telkari işlemeli hediyeler aldık...
Mardin esnafını çok sevdim...
Abbaralar sokağını çok sevdim...
Mardin'e hayran kaldım ve ülkemden haberim olmadığına çok üzüldüm...
Ve kendi kendime "Mardin'e birkaç kez gelmeliyim" diye söylendim hep. Ama bir daha kısmet olmadı... 
Mardin türkülerinden oluşan CD hediye edildi, Mardin'i anlatan ve üzerinde "Aklım Mardin'de Kaldı" yazan tanıtım CD'si çok güzeldi...
Gerçekten aklım Mardin'de kaldı...
***
Mardin'e tedirgin gittiğimi söylemeliyim...
Sonuçta bir durgunluk süreci vardı, Mardin'de bir AK Partili belediye vardı... Ama nedense öyle bir tedirginlikte vardı...
Terörle anılan illerden birisiydi... Mardin merkezde böyle bir endişe olmasa da ilçelerinde terör hep vardı. 
***
Bu yazının asıl amacına gelelim...
Mardin'de beni çok etkileyen iki olayı anlatmak istiyorum. Aslında anlatsam mı, anlatmasam mı diye çok düşündüm. Çünkü bu aralar kavramlar, konular, anlatılanlar yolunu şaşırdı. Siyah dediğinizde beyaz, beyaz dediğinizde siyah anlaşılabiliyor. Yine de, çok etkilendiğim  bu iki olayı aktarmak istiyorum...

Birincisi sempozyumda Altan Tan'ın söyledikleri... Altan Tan aynen şunları söyledi: "Burada bir üniversite açıldı ve bir Türk generalin adı verildi. Mardin'de başka isim mi yoktu? Hükümet buraya çok yatırım yapıyor, Mardin'le çok ilgileniyor, burayı küçük bir İsviçre yapıp bölgeden koparmak istiyor. Buna izin vermeyeceğiz..."
Elbette herkes düşüncesini söyleyebilir de, benim anlamadığım güya bölgeyi seven ve bölgenin kalkınmasını isteyen bir insan hükümetin yatırımlarından nasıl rahatsız olabiliyordu? İşte bu sualin cevabını Einstein bile veremez...
***
Fakat ne oldu sonuçta?
Mardin AK Parti'den HDP çizgisindeki Ahmet Türk'e geçti...
Neden biliyor musunuz?
Hala neden böyle bir yasanın çıktığını anlayamadığımız o yasa nedeniyle:
2012'de çıkarılan 6360 sayılı "yeni büyükşehir modeli" oluşturan  yasa yüzünden...
Düşünebiliyor musunuz, Mardin bir yasayla el değiştirdi ve ne yazık ki Altan Tan'ın o dönem söyledikleri gerçekleşmiş oldu...
Düşünebiliyor musunuz, bir kentin "taşrası"nın oyları nedeniyle o "kent merkezinin siyasi iradesi" el değiştiriyor...
Kentteki Araplar, Türkler, Yezidiler, Keldaniler, Süryaniler, Kürtler ağır bir baskı altında... (Bölgeyi çok iyi bilen yazarlar endişeli yazılar yazıyorlar bu aralar, isim vermeyeyim burada...)
Anlayamıyorum, anlayamayacağım...
***
İkinci olay ise şu:
Herkes guruplarla geldiği için dönüşte ben yalnız kaldım. Belediye yetkililerine dedim ki, "beni havaalanına kim bırakacak?"
Ulaşımı üstlenen firmanın sahibine söylediler ve adam "ben bırakırım" dedi...
Arabada, tur firmasının sahibi bir de ben küçük bir araçla havaalanına doğru giderken dedim ki arkadaşa "Buralara çok tedirgin geldik. Ama Mardin'i çok başka buldum, hayran kaldım, güzel gelişmeler var. Ama bu bölgedeki sorunlar ne olacak, endişeleniyoruz..."
Aynen şunu söyledi: "Hocam biz buradayız, biz vatansever insanlarız bu ülkenin bir ve beraber yaşaması için çocuklarımızı adam gibi yetiştirmek için herşeyi yapıyoruz, biz kardeşiz kimse bizi birbirimize yabancılaştıramaz, biz burada olduğumuz sürece hiç endişelenmeyin."
Dedim ki "çok iyimsersiniz"  sizin çocuklarınızla nasıl bir dönüşüm olacak ki!
Ama adam söylediklerinde ısrarcıydı...
Aslında söylediği çok başka şeylerde vardı, ama manipülatif gündemler gereği yazmamak daha iyi sanki...
***
Şimdi bilmiyorum o arkadaş ne düşünüyor ama bölge ve Mardin ne yazık ki bıraktığımız gibi değil...
Bölgeden hiç iyi haberler gelmiyor...
2009'da orada bölücülük adına söylenenler birer birer gerçekleşiyor gibi...
Hep "bekle ve gör" avuntusuyla devam ediyoruz...
***
Umarım çözüm olur, umarım kan durur, umarım terör çeker karanlık gölgesini bu coğrafyadan...
Ama kesin olan şu:
Aklım Mardin'de kaldı...

O etkinliğin linki:
“Mardin’de değişim ve gelecek arayışı yerel kalkınma yerel demokrasi ve sosyal dokunun rehabilitasyonu sempozyumu”
http://www.mardinnethaber.com/index.php?istek=hd&hid=2277

30 Eylül 2014 Salı

Yerel Yönetimlerde Reform: Ne Oldu? Ne Olmalı?


     6360'la belediyelere devredilen yetki ve sorumluluklar, belediyelerin kapasitesini aşıyor, köyler
ve beldeler hem öksüz hem de sahipsiz konumunda. Büyükşehir reformunun hızlı ve ani olması, idare sistemini önemli sorunlarla karşı karşıya getirdi. Mülki idarenin zayıflatılması doğru değildir. Mülki idarenin dengeleyici ve denetleyici işlevleri devam etmelidir. Büyükşehir belediyelerinin köyler ve beldeler üzerindeki yetkisi kaldırılmalıdır. İstanbul ve Kocaeli örnekleri üzerinden genel bir model çıkarmak, doğru sonuçlara ulaştırmayabilir. Bu yazıda genel olarak yerel yönetim reformu tartışılmaya çalışılmıştır.
Tanzimat Fermanı’ndan itibaren bu coğrafyada siyasal ve yönetsel alanda giderek güçlenen ve sürekli olan bir “reform” süreci yaşanıyor. Osmanlı Dönemi’nin kendine özgü koşulları, yönetim reformunun ulusal ve yerel alanda sağlam temellere oturmasını engellemiştir. Cumhuriyet Dönemini de 1985’ten önce ve sonra diye ayırmak gerekir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında 1930’lu yıllarla birlikte yasal-hukuksal çerçevenin çizilmesinde önemli adımlar atılmıştır. Ancak, yerel yönetim olarak Ankara’nın özellikle kent planlaması ve imar boyutuyla öne çıktığını görmekteyiz. Etkili ve fakat yetersiz bir Ankara planlaması, diğer kentlerde de kent planlamasını beraberinde getirmiştir. Akşehir’den Tatvan’a kadar birçok yerde kent planları yapılmıştır. Fakat, bu yerel yönetimciliğin planlama ve devamında da modernleşme anlamında çok yaygınlaşamadığını ve kurumsallaşamadığını belirtmek gerekiyor. Elbette bu sorunun temelinde hem Türkiye’nin hem de dünyanın o dönemde oldukça sorunlu bir evreden geçiyor olması yatmaktadır.
1950 dönemiyle başlayan toplumsal hareketlilik kentleri ve yerel yönetimleri deyim yerindeyse ezmiştir. 1940’lı yıllarda başlayan “gecekondulaşma” 1950’li yıllardan itibaren yerel yönetimlerin ve reform çalışmalarının birinci konusu haline gelmiştir. Kentlerde planlama iflas etmiştir. Yerel yönetimler iflas etmiştir. Kent yönetimleri nüfus akınlarına dayanamamış ve kentleri “kendi haline” bırakmışlardır. 1960’lı yıllardan itibaren birçok reform çalışmasında ve elbette “beş yıllık”  kalkınma planlarında kentleşme, metropolitenleşme, gecekondu ve bölgesel dengesizlikler önemli ve ağırlıklı bir gündem maddesi olarak ortaya çıkmıştır… 1950’li ve 1960’lı yıllarda İstanbul, İzmir, Konya ve Kayseri gibi kentlerde oldukça önemli yerel yönetim uygulamaları görülmüştür. Ancak, bu uygulamaların kurumsallaşması ve yaygınlaşması konusu her zaman sorunlu olmuştur.
1970’lerde toplumcu belediyecilik ya da “teknopolitik” akım kısa bir süre etkili olmuşsa da yaygınlaşamamıştır. 1978’de Bülent Ecevit hükümetinin kısa dönemli iktidarında, belki de Türkiye’de ilk ve son olarak kurulan “Yerel Yönetimler Bakanlığı” oldukça kısa ömürlü olmuştur. 12 Eylül 1980 döneminde yaşanan “ara rejim” döneminde de bazı kısmi reformlar yapılmıştır. Bu dönemde özellikle “merkezileşme” eğilimlerinin sergilendiği bilinmektedir. 1983’te sona eren 12 Eylül rejimi, ANAP iktidarı ile yer değiştirmiştir. ANAP iktidarı birçok alanda özellikle “neoliberal” ya da “yeni sağ” olarak isimlendirilen politikalar doğrultusunda yasal-hukuksal düzenlemelere gitmiştir.
İlk önemli dönüşüm veya yenilik 1984 yılında ilk “anakent” yönetimlerinin kurulmasıdır. Anayasa’da öngörülen “büyük yerleşim birimleri için özel yönetim biçimleri getirilebilir” hükmü gereğinde Kanun Hükmünde Kararname ile Ankara, İstanbul ve İzmir’de üç tane anakent belediyesi kurulmuştur. Bugün sayıları 16 olan büyükşehir belediyeleri, o dönemin ürünüdür. Yerel kamu hizmetlerinde etkinlik için önemli bir model olarak kabul edilen anakent yönetim modelleri, gerçek anlamda bir “başkanlık” modeli olarak da görülmektedir. Bu değerlendirmenin çok yerinde olduğu söylenebilir. Milyar liralık bütçeler ve her türlü tasarrufla bugün anakent yönetimleri “kontrolden çıkmış” görüntüsü çizmektedirler. Örneğin, belediyelerin devlete olan 7 milyar liranın üstündeki (eski birimle katrilyon) borcun 4.3 milyarı yalnızca bir anakent belediyesine ait ve bu anakent belediyesinin “savurganlığı” da kamuoyunun gözleri önünde…
1985 yılında 3194 sayılı İmar Kanunu gereğince yapılan düzenlemeler sonucu, önemli “yetkiler” ve “kaynaklar” yerel yönetimlere aktarıldı. Türkiye’de yerel yönetim geleneğinin farklı bir ilerleme sürecine girdiği bu dönem, birçok hastalığı da beraberinde getirmiştir. Türkiye’de yerel yönetim “kurum” olarak yaygın bir biçimde kendini göstermiştir. Fakat, altyapısı, kurumsallaşması, personeli ve yönetim kültürü hastalıklı bir yapı üzerine gelen bu yeni olanaklar, yerel yöneticileri ve yönetimleri “şaşkınlığa” yöneltmiştir. Önemli kentsel hizmetlerle birlikte, önemli “skandalların” da yaşandığı bu dönem, her şeye rağmen yerel yönetim geleneğinin oluşması ve yerel yönetimlerin demokratikleşmesi bakımından yaygın bir “temel” oluşturabilmiştir.
1990-2004 yılları “reform” arayışlarıyla geçmiştir. 1990-2000 arasında yerel yönetim reformuyla ilgili birçok “yasa tasarısı” hazırlanmış, ancak bunlardan hiçbirisi yasalaşamamıştır. Bu dönemde konuşulan ve yasalaşması istenen konular arasında yerel yönetimlere daha fazla özerklik, gönüllülük, stratejik yönetim ve demokratiklik gibi konuların olduğu söylenebilir.
2004 sonrasındaki “reform dalgası”nda her yerel yönetim birimi için yeni bir yasa çıkarılmıştır. Avrupa Birliği sürecinin de etkisiyle oldukça ileri düzeyde ve hatta “aşırı” sayılabilecek reform kalemleri gündeme gelmiştir. Çünkü, yerel yönetimlerin Batılı emsalleri düzeyine ulaşması için gerekli olan reform adımlarından bir kısmının Türkiye için henüz erken gündeme getirildiği belirtilebilir. Yerel yönetimlerin denetimsiz bir özerkliği, göstermelik bir demokratikliği, altyapısız bir kurumsallaşmayı ve her şeyden önemlisi “halksız” ve “yurttaşsız” bir yerel yönetim kültürüyle “hasta” bir yapıdan oluştuğunu hiçbir zaman unutmamak gerekiyor.
Yeni yerel yönetim yasalarında geleceğe dönüklük kültürünün oluşturulması için “stratejik yönetim” anlayışı ağırlıklı olarak yer almaktadır. Gerek stratejik plan öngörüleri ve gerekse diğer tamamlayıcı ilkeler yerel yönetimleri “gelecek planlaması” yapmaya zorlamaktadır. “Kent Konseyleri” ve “gönüllülük” mekanizmaları ile “katılımcı” ve “demokratik” bir kültürün özendirilmesi de yeni yasalarda açıkça ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, “performans denetimi” ve iç-dış denetim mekanizmaları gibi denetim mekanizmaları ile de denetime farklı bir boyut getirilmiştir. Bundan başka, “yönetişim” yaklaşımı ile farklı “aktörler”in dahil olabileceği sistemler de öngörülmüştür.
Bugün, yerel yönetimlerin “reform süreci”ne devam edilmesi gerektiği açıktır. Herşeye rağmen en önemli sorun denetim sorunudur. Belediye başkanlarına kulak verince, bugün dahi en önemli sorunun “vesayet” olduğu gündeme getirilmektedir. Ancak, bu kesinlikle doğru olmayan bir değerlendirmedir. Ne yazık ki, özellikle büyükşehir belediye başkanlığı adeta “başkanlık” sistemini çağrıştırmaktadır. Belediye başkanları her türlü tasarrufu yapabilmektedir. İstedikleri birimi oluşturma, istedikleri kurum ve kuruluşlarla etkileşime geçme, oldukça büyük bütçeli rant ilişkileri, profesyonel spor kulüpleri alıp-satma ve etnik kışkırtıcılığın bayraktarlığını yapma gibi etkinlikler, buzdağının yalnızca görünen kısmı olarak görülmelidir.
En önemli sorunlardan birisi de, Türkiye’de reform yasalarının uygulanma sürecinin hiçbir biçimde izlenmemesidir. Yalnızca kent konseyleri örneğinden hareket edilerek bir değerlendirme yapılacak olursa, hemen hemen bütün belediyelerin bu uygulamayı salt “yasa gereği/maddesi” olduğu için başlattıkları; ancak, hiçbir biçimde işlevselleşmediği ve yalnızca “göstermelik” olduğu görülmektedir. Bu örnekten hareketle bile, bütün yasaların ve hükümlerinin ilgili mercilerce birimler oluşturularak takip edilmesi yaşamsal bir öneme sahiptir. Bütün bunlar yapılmadığına göre, tek ve son çare kamuoyu ve yurttaş denetimini harekete geçirmektir. Türkiye’nin hızla akan ve değişen  gündeminde böyle bir gelişme de beklenemeyeceğine göre artık kendimizi tarihsel akış sürecine kaptırıp olanları izlememiz gerekiyor. “Seyirci”demokrasisi giderek güçlenirken katılımcı/müzakereci/diyalojikdemokrasi giderek zayıflamaktadır. 

9 Eylül 2014 Salı

TAŞKENT’TEN BAŞKENT’E BAŞBAKAN DAVUTOĞLU


Bir “insan hikayesi” olarak Ahmet Davutoğlu’nun hikayesi oldukça başarılı… 
Her insana kısmet olmayacak bir baht/talih/zirve…
Taşkent gibi Konya’nın en küçük ve ulaşılabilirliği en sorunlu kırsal ve dağlık bir bölgesinden, mütevazi bir Anadolu ailesinin çocuğu olarak Başkent’e Başbakan olarak ulaşmak, her faniye nasip olacak bir baht değil kuşkusuz…
Konya, çok önemli bir fırsat yakaladı… Anadolu’nun en güçlü “çekim merkezleri” arasında yer almak için Davutoğlu gibi bir fırsatı Konya iyi değerlendirmeli…
Davutoğlu’nun dış politikadaki performansı oldukça tartışmalı. Hatta dış politikanın Ortadoğu boyutunda çok büyük sorunlar yaşıyoruz, komşularımızı kaybettik, giremediğimiz ülke sayısı oldukça fazla… Yani karne kötü…
Umarım bu karne Başbakanlıkta da aynı olmaz. Sonuçta demokrasiye, hukuk devletine, adalete, eşitliğe, eşit gelir dağılımına, insan haklarına, kuvvetler ayrılığının işlerliğine yapılacak her katkı ülkenin lehinedir. Önceki dönemin yaşamsal hatalarını tamir edecek “restorasyon”a elbette hayır demeyiz…
Davutoğlu hakkında birkaç yazı yazmıştım daha önce Konya’da yayınlanan Yeni Meram Gazetesi’nde…
Özellikle “kentlerin kaderini etkileyen kişilerden” söz ederek, Davutoğlu’nun Konya’nın kaderini etkileyebilecek bir potansiyel taşıdığına vurgu yapmıştım…
Köprülerin altından çok sular aktı ama, yine de o yazıyı hatırlatmak istedim…
“Ahmet Davutoğlu ve Konya” başlığıyla 11 Ocak 2012’de Yenimeram Gazetesi’nde yayınlanan o yazı:
Kişilerle şehirlerin, kişilerle ülkelerin ve bazen de kişilerle dünyanın kaderi özdeşleşebiliyor. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Özellikle şehirlerin yıldızının parlamasında aktif politikacıların rolü çok büyük… Konya Milletvekili ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu hakkında Mayıs 2011’de Yenimeram’da şunları yazmışım:
“Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, öğretim üyesi, Dışişleri Bakanı…
1990’lı yıllardan beri arkadaşlarımdan adını duyarım, siyasette de yakından izlemeye çalışıyorum.
Çünkü, çok farklı bir siyasetçi… 
Boğaziçi Üniversitesi’nde doktora yaparken tanıyan, Boğaziçi mezunu arkadaşlar Davutoğlu’nun çalışkanlığını anlata anlata bitiremezlerdi… Mesela, “çokca” kitap okuduğunu anlatırlardı…
Demekki, “stratejik derinlik” yapay, göstermelik ve göz boyamaya dönük çabalarla oluşmuyor… Şu anda, iktidarıyla muhalefetiyle saygı duyulan bir isim bana göre…
“Ben her şeyden önce öğretim üyesiyim. Bakanlık, geçici hocalık kalıcıdır…”
“Şefkatsiz liderlik, yalnızca despotluk ve zulüm üretir…”
Kudretsiz şefkat de acziyet getirir…
Bunun adı da, elbette yöneticilik değil, yönettiğinizi zannettiğiniz kitlenin elinde oyuncak olmaktır…”
Bu değerlendirmeler Davutoğlu’na ait…
Çok etkili değerlendirmeler…
Siyasi kimliği bir yana, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ideal bir akademisyen ve politikacı tipolojisi…
Anadolu’nun ruhunu ve erdemlerini taşıyor ve yansıtıyor da…”
***
Ocak 2012’deyiz. Aradan genel seçimler geçti ve Ahmet Davutoğlu Konya Milletvekili oldu, Dışişleri Bakanlığı görevine devam ediyor… Dolayısıyla Mevlana’nın söylemiyle “yeni şeyler” söylemek/yazmak lazım diye düşünüyorum…
Bakanlar içerisinde en etkili isimlerden birisi, hatta en etkili olanı… Konya milletvekilleri içinde de elbette, Konya’ya katkıları açısından ilk sırada…
Hatta Ahmet Davutoğlu ile birlikte Konya’nın yıldızı farklı bir biçimde parlamaya başladı. Oysa, 2000’li yıllara kadar Konya ne kamu sektörünün, ne hükümetlerin ne de özel sektörün dönüp baktığı bir yerdi. Çok önemli bir kent ve potansiyeli olmasına rağmen Konya malum nedenlerden dolayı çok ihmal edildi.
Ankara’ya Karayolu bile olmayan Konya’nın şimdi “duble yolu” var… Uçak seferleri ve yüksek hızlı treni var… Türkiye’de yalnızca Eskişehir ve Konya’ya var yüksek hızlı tren… Bu çok önemli bir avantaj…
Konya’da şu anda dört üniversite var. Beşinci üniversite yolda…
Konya’da özel sektör çok önemli işler yapıyor. Dünyanın her tarafına ihracat yapan; dünyanın her tarafına “insani yardım” götüren önemli kurum ve kuruluşlar var.
Konya’da sivil toplumun etkinliği de giderek artıyor…
Birkaç sene öncesine kadar bir tane bile olmayan 5 yıldızlı otelden üç tane var. Dört yıldızlı uluslararası küresel markalar var.
Konya kültür kenti olarak gittikçe yükseliyor. Davutoğlu ile birlikte diplomasi kenti olma yolunda da önemli mesafeler alıyor…
23 Nisan Uluslar arası çocuk şenlikleri de bu yıl Konya’da yapılacakmış… Çok önemli etkinlikler, yatırımlar, programlar Konya’da gerçekleştirilmeye başlandı.
En son gündem Orduevi’nin Alaeddin Tepesi’nden taşınması… Davutoğlu tarafından yapılan açıklamada kurumlar arasında bu konuda anlaşmaya varıldığı ve kentsel dönüşümün önemli bir parçası olarak Orduevi’nin taşınacağı belirtildi. Oldukça olumlu gelişmelerden birisi daha…
Yıldızı gittikçe parlayan bir siyasetçinin, Konya’nın yıldızını bu denli parlatması çok önemli… Türkiye’de işler her zaman böyle yürüyor. Her ne kadar Türkiye’nin genelinde bir kalkınma ve dönüşüm varsa da, her kentin Ankara’da bir Davutoğlu’na ihtiyacı var… Kimse alınmasın, Türkiye gerçeği bu…
***
Elbette madalyonun diğer yüzü de var. Bir kente bu kadar değerli ve önemli katkılar yapan bir siyasetçinin yapıp ettiklerinin bir biçimde gölgelenmesi de söz konusu olabilir.
Ne kadar çok iş yaparsanız, o kadar çok eleştirilirsiniz, yıpratılırsınız. Çok iş yaparken ve birçok kesimi memnun ederken, önemli bir kesimi de küstürebilirsiniz. Daha kötüsü bunun farkında olmayabilirsiniz.
Nitekim son dönemlerde bende böyle bir algı oluştu… Siyasetçilerin kurumlar üstü kalmasında her zaman yarar vardır. Hele de kentsel ölçekte…
Siyasetçiler ne kadar çok kurumların işleyiş süreçlerinin içine girerse o kadar çok yıpranırlar… Eşyanın doğası gereği…
Konya, sosyolojik açıdan homojen/benzeşik görünse de (Konya’nın dışında genel algı hala böyledir çünkü) oldukça farklı renklerden bir heterojenliği barındıran bir kenttir aynı zamanda… Bunu gözden kaçırmamak lazım. Belirli gruplar, kişiler, yapılar “söz sahibi” görünse de; gerçekte bunun böyle olmadığını biliyoruz. Aslında, “muhafazakar” kesimin yavaş yavaş kendi arasında farklı bir “demokrasi kültürü” geliştirmekte olduğunu ve bunun da mutlaka olması gerektiğini düşünüyorum. Demokrasi adına sevindirici bir gelişme de denebilir. Konya’da farklı bir sivil toplum yükseliyor, ancak kentsel ölçekte hem de çok önemli konularda hala çok edilgen bir durumda olduklarını da söylemek gerekir.
“Barika-i hakikat, müsademe-i efkar ile tereşşuh eder” demiş ya, Namık Kemal üstadımız… “Hakikatın ışığı, farklı düşüncelerin çatışmasından ortaya çıkar…” Muhteşem bir saptama… Demokrasinin çok güzel bir betimlemesi aslında…
Demek ki, bir kişinin, grubun, kesimin, yapının belirleyici olması; “hakikat”i gizler ve yanlıştır. Demokrasi, her zaman çoğulculuğu ve çok aktörlülüğü gerektiren bir rejimdir. Bir başka boyuttan bakıldığında, her kesimin ve kişinin beklentilerinin gözetildiği bir rejimdir.
Önemli siyasetçilerin, kurumlar ve gruplar üstü kalabilmeleri titizlikle düşünülmesi gereken bir konudur… Toplum, kırılgan dengeler üzerine kuruludur…

(Davutoğlu, ne yazık ki zor bir dönemde Başbakan oldu. Bizzat iktidarın ürettiği gerginlikleri, hasarları, çatışmaları nasıl giderecek ya da gidermek için o iradeyi gösterebilecek mi? Gittikçe artan sorunlarla baş edebilecek mi? Onu bilmiyoruz…)

28 Ağustos 2014 Perşembe

Bunun Adı Sosyal Belediyecilik mi?

Belediyelerin denetiminde çok önemli sorunlar var. Büyükşehir belediyelerinin dev bütçelere ulaşması
buna karşın özellikle kamuoyu denetiminin yapılamaması; yani açık bütçe ve katılımcı bütçe yöntemlerinin uygulanmaması açık ve kapalı yolsuzluklara, kayırmalara, savurganlıklara neden oluyor...
Bütçe kamu/devlet bütçesi ama, belediye başkanları bu bütçeyi pekala kendi bütçeleri gibi kullanabiliyorlar...
Bu hafta bir dergiyi karıştırırken (İB) yargı kararı adı altında ilginç bir yazı gördüm, merakla inceledim ve hayretlere düştüm...

Belediye başkanı düğünde evlenen çiftlere altın takıyor ve bunu belediye bütçesinden ödüyor...
Doğru mu, değil mi?
Son kararı Sayıştay Temyiz Kurulu vermiş...

Sayıştay Temyiz Kurulu'nun 38172 ve 07.01.2014 tarihli kararı şöyle:

"Düğün ve çeşitli etkinliklerde hediye edilmek üzere alınan altın bedellerinin belediye bütçesinden ödenmesi nedeniyle 5.962 TL tazmin hükmü verilmiştir."
Yani Sayıştay denetçileri belediye başkanının belediye bütçesinden böyle bir harcama yapamayacağına ve bu harcamanın belediye başkanı tarafından yapılmasına, belediye bütçesinden yapılan giderin başkan tarafından karşılanmasına karar vermiş.
Ancak, ilgili belediye başkanı bu karara itiraz etmiş ve aynen şöyle demiş:
Belediye başkanlığı makamına vatandaşlar tarafından düğün, nişan, sünnet vb. davetiyeler geldiğini, örf adet gereği çocuğunu evlendiren veya sünnet düğünü yapan vatandaşların Belediye Başkanını yanlarında görmek istediğini, davet üzerine katıldığı bu törenlerde örf adet gereği evlenen çiftlere hediye takı takıldığını, bazı büyükşehir belediye başkanlarının sosyal amaçlı olarak her yıl toplu sünnet ve nikah törenleri düzenlemekte ve bu şekilde sosyal yardımda bulunduklarını ve bunun "kamu zararı" olarak kabul edilemeyeceğini tazmin hükmünün kaldırılması gerektiği...

Savcılık da, "kamu görevlileri kamu kaynaklarını kullanarak hediye veremez, resmi gün, tören ve bayramlar dışında hiçbir gerçek ve tüzel kişiye çelenk veya çiçek gönderemezler..." vs gibi gerekçelerle belediye başkanının bu tür harcamalar yapamayacağını belirtmiş...

Epey bir ayrıntı var ama ben doğrudan sonuca geleyim...
SONUÇ: Belediye başkanının belediyeyi temsilen katılmış olduğu nişan, nikah ve düğün törenlerinde altın hediye etmesi, ilgili yönergenin 10. maddesinde düzenlenen mahalli örf, adet ve sosyal yaşantı için de gerekli sayılan etkinlikler kapsamında bulunduğundan yapılan harcamada mevzuata aykırılık görülmediğinden 5962 TL tazmin hükmünün KALDIRILMASINA...
Yani belediye başkanları bu tür harcamaları yapabilir...

Peki belediye başkanı her katıldığı düğünde 10 bin TL'lik altın takmaya kalkarsa ne olacak?
"Temsil-ağırlama gideri" mi sayılacak?


Ne yazık ki yasal olarak o kadar çok kılıf uyduruluyor ki, vatandaşın vergileriyle oluşturulan kamu bütçesi birilerinin ağalık yapması için rahatlıkla kullandırılabiliyor...

Hem 5962 TL ne ki?

Bir büyükşehir belediye başkanı uçak kiralayıp bütün eş dost, akrabayla (150 kişi) Paris'e gitmedi mi?
Bazı belediye başkanları kendilerini devlet başkanı gibi görüp birçok ülkeye dev bütçelerle "yardım" aktarmadı mı? Senin Türkiye Cumhuriyeti devletin yapıyor zaten bu yardımları, sen hangi sıfatla kentin parasını çarçur ediyorsun?
Ayrıca ihaleler incelensin bakalım 100 TL'lik maliyetlerin gerçekte 30 veya 40 TL ile de yapılabileceği, kayırmalarla nasıl dev yolsuzlukların yapıldığı görülecektir.
En basitinden daha önce birkaç kez yazdım, belediye arsalarının satışıyla bazı özel firmalara bir hafta içinde yüzde yüzlük kar getirdiğini ve bunun belediye tarafından yapılan yolsuzluk olduğunu...
Mesela bir arsa satılıyor 5 milyon TL'ye ve o arsa aynı hafta içerisinde bir başkasına 11 milyon TL'ye devrediliyor...

Türkiye'de yeni zenginler sınıfı böyle oluşturuluyor... Vatandaş da asgari ücretle ayakta kalmaya çalışıyor...

Denetimin eli kolu bağlı. Sayıştay denetimleri yetersiz, yapılan denetimlerin raporu da Sayıştay'da kalıyor...
Ayrıca bazı soruşturmaların yapılması hükümet iznine bağlı...
Her belediye bir devlet oldu...
Malum bazıları da özerklik adı altında bu ülkenin bütünlüğü aleyhine çalışan illegal yapılara destek sağlıyor...

Tabi önemli olan belediyelerin görünür hizmetleri... Bunların lafı edilir mi? Özerk, demokratik ve güçlü yerel yönetimlerimiz var sözde...

Nasıl olsa vatandaş vergisini veriyor... Asgari ücretle o kadar mutlu ki, hem belediye başkanları hem de ülke büyükleri için dua ediyor...

Tevfik Fikret ne demişti;

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

13 Nisan 2014 Pazar

30 Mart 2014 Yerel Seçimleri Üzerine Konya Okumaları

30 Mart yerel seçimlerinin sonucunda AKP büyük bir zafer kazandı Konya’da…
MHP 3, CHP 1, Saadet de 1 ilçe belediye başkanlığı kazandı. Merkez ilçelerde dahil, 26 ilçede belediye başkanlığını AKP kazandı…
Bunda elbette Başbakan’ın olağanüstü bir performansla yürüttüğü seçim kampanyasının etkisi olmakla birlikte, başarıdaki en büyük pay AKP İl Başkanlığı ve Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek’e aittir…
Tahir Akyürek’in belediyeciliğini sürekli olarak eleştiriyorum. Bir akademisyen olarak değil, bir vatandaş olarak da bu kentte yapılan belediyeciliğin popülist ve günü kurtarmaya yönelik olduğunu; şehircilik ilkelerine aykırı bir belediyecilik yapıldığını; imar kararları konusunda çok büyük sorunlar olduğunu söylemeye devam edeceğim…
Bu konuda onlarca yazı yazdım, ancak bu yazıda konu o değil!
Bu nedenle, Tahir Akyürek’i bu büyük başarısı için de kutluyorum…
Eğriye eğri, doğruya doğru…
***
AKP Konya’da neden başarılı oldu?
1-Öncelikle “görünür” yatırımlara ağırlık veriliyor. 10 yılda 63 üst geçit buna en önemli örnek…
Kimse hava kirliliğini, ulaşımın felç olmasını, imar facialarını, kentin acil ihtiyaçlarının ertelenmesini (metro, çevre yolu vs) görmüyor.
2-6360 sayılı “tuhaf” büyükşehir düzenlemesi çıkar çıkmaz AKP’li belediye başkanları, milletvekilleri ve il yönetimi köyleri, beldeleri, ilçeleri tek tek ve aylarca gezdiler…
Hatta kendisiyle kanun çıkmadan bir yıl önce görüştüğüm İl Genel Meclisi Başkanı il özel idarelerinin yaptığı hizmetleri yere göğe sığdıramazken, bir de baktım yasadan sonra köylerde il özel idaresinin gereksizliğini, büyükşehir belediyesinin çok büyük yatırımlar yapacağını anlatıyor.
Benim ağzım açık kaldı ama, AKP il yönetimini bu “ikna yeteneği”nden dolayı kutluyorum.
(Bu arada merak ediyorum; 30 Mart’tan itibaren Konya’nın 31 ilçesi gibi Taşkent’in ve Yunak’ın köyleri de Konya Büyükşehir Belediyesi’nin “mahallesi” oldu ya, acaba büyükşehir belediyesi “en azından” belediye otobüs seferleri başlattı mı?)
3-AKP parti teşkilatı olarak seçimler için beş yıl çalışıyor. Kaç tane bakan ve genel başkan yardımcısı geldi. Çoğunun basın toplantısına katıldım. Yerel basında gündem olmak için her fırsatı değerlendiren bir parti, AKP… (Kamu kurumları da zaten hükümet icraatlarıyla ilgili toplantı ve etkinliklerde dolaylı olarak AKP’nin pozisyonunun güçlenmesini sağlıyor.)
4-AKP’nin geniş kapsamlı “sosyal yardım” politikaları da çok güçlü bir tercih nedeni… Bunların ne kadarının gerçekten “sosyal yardım”, ne kadarının “seçim çalışması” olduğu tartışılabilir,  o ayrı konu.
Muhalefet ne yapıyor?
1-Muhalefet yerle düzeyde beş yıl tatilde, sadece beş ay çalışarak seçim kazanmak istiyor. Bu olanaksız bir şey… İktidar karşısında da bu kadar dezavantajlı konumda iseniz, seçim kazanmayı beklemeyin…
2-CHP anamuhalefet partisi ama, bu kentte varlığı ile yokluğu belli değil. Konya milletvekili Atilla Kart olmasa, CHP Konya’da hiç yok denebilir. Beş yıl boyunca belediyelerin yaptığı yüzlerce yanlış ortada dolaşıyorken CHP İl Teşkilatı bunlarla ilgili neden bir kamuoyu çalışması yapmaz, anlaşılır değil. İl teşkilatının uzman ve danışmanlarla güçlendirilmesi gerekir. Bir partinin ülkede seçim kazanması, yerel teşkilatların kapasitesine bağlıdır daha çok.
3-MHP de, çalışkanlık konusunda CHP ile aynı kategoriye konulabilir. Ancak, MHP en azından Konya’nın ilçelerinde çok güçlü… Geçen yerel seçimlerde Cihanbeyli gibi bir ilçeyi bile MHP’li aday kazanmıştı. MHP bunların nedenlerini iyi araştırıp her ilçede etkili adaylar çıkaramadı demekki. Konya milletvekili Mustafa Kalaycı olmasa MHP’nin de güncel gelişmelere yönelik bir muhalefetini beş yıl boyunca göremiyorsunuz. İl teşkilatı, sadece hava kirliliği, ulaşım ve imar konusunda her ay bir etkinlik düzenlese, Konya’da çok büyük bir ilgi uyandıracağı kesin… İl teşkilatının uzman ve danışmanlarla güçlendirilmesi gerekir. MHP Konya’da diğer partilere göre çok önemli avantajlara sahip… Ancak, bu avantajlarını kullanamadı.
4-Saadet Partisi, Konya’da “beş yıl” boyunca en etkili muhalefet yapan parti. Medyadan ve etkinliklerden anladığım kadarıyla Büyükşehir Belediyesi’ni çok iyi takip ediyorlar. Seçimler sırasında da AKP’den sonra seçim çalışmaları en “görünür” olan Saadet Partisi’ydi. Fakat Türkiye’de “oluşturulan” genel hava Saadet seçmenlerini de AKP’ye kaydırmış görünüyor. Yine de Konya’da beş yıllık etkinlikler açısından bakınca Saadet Partisi’nin anamuhalefet konumunda olduğunu söyleyebiliriz.
5-Muhalefet genel olarak proje ve projeksiyon da sunamadı. Tahir Akyürek 2500 projeden (bunların bir kısmı mikro projeler de olsa) bahsederken, muhalefetten böyle bir seçim propagandası görülemedi. Hatta AKP yeni büyükşehir modelini köyler, kasabalar ve ilçelerde ballandıra ballandıra anlatırken (örneğin büyük yatırımlar gelecek, şehirli gibi yaşayacaksınız, Konya’daki hizmetler size de gelecek gibi), bazı muhalefet partililer “büyükşehir yasasının kırsalı mağdur edeceğini, iktidara geldiklerinde bu yasayı kaldıracaklarını” bile söylediler. Tamam haklısınız da, seçmen “vaad görmek” ve “ikna olmak” ister. Hiç böyle bir strateji ile seçmenden oy istenir mi? Bırakın kırsaldaki ve şehirdeki seçmeni üst düzey politikacıların ve büyükşehir belediye başkan adaylarının büyük bir çoğunluğu bile büyükşehir kanunun içeriğini bilmezken, bu nasıl bir seçim stratejisidir anlamak olanaksız… Büyükşehir kanunu bence de “facia” ama, seçmenden oy almak istiyorsanız o konuya hiç girmeyeceksiniz… “Temelsiz vaadlerde bulunulsun” demiyorum ancak  “seçmenin dilinden” anlamak gerekiyor. AKP, kullanabileceği her yöntemi kullandı ve seçimden birinci parti olarak çıktı. Böylece, “seçmenin dili”nden anladığını da gösterdi…
Kedilerin (!) trafolara girmesi, seçim kurulları üzerindeki gölgeler, birçok yerde seçimin iptal edilmesi ve yeniden yapılacak olması muhalafet için bir bahane olamaz.
Sandıkları ve seçim tutanaklarını bile gerektiği gibi izleyemeyen muhalefet, sanıyorum bu seçimden çok şey öğrenmiştir…
İktidarın yolu, belediyelerden geçiyor…
Muhalefet eğer iktidar olmak istiyorsa, “mutlaka ama mutlaka” il teşkilatları içerisinde “belediye faaliyetlerini izleme merkezi” kurmalıdır…
Bir taraftan belediyelerin yanlış karar ve politikalarını kamuoyunun gündemine taşırken, diğer yandan da “proje üretim birimi” oluşturmalıdır…
Eleştirmek yetmez, “ne yapacağınız” konusunda da toplumu ikna etmeniz gerekir…
Türkiye’nin “iktidar alternatifi olabilecek” güçlü bir muhalefete ekmek gibi, su gibi ihtiyacı var…
Farklı partiler iktidara gelebilmeli ki, toplum farklı kadroları ve yaklaşımları tanıma olanağı elde edebilsin ve Türkiye çoğulcu demokrasi kültürünü geliştirebilsin…
Demokrasi değişimdir… Değişimin yeri de sandıktır…