13 Mayıs 2020 Çarşamba

KENTLERİ YENİDEN DÜŞÜNMEK: KORONA MEGAPOLLERİ DE VURDU

Prof. Dr. M. Akif  ÇUKURÇAYIR

Bir zamanların popüler deyimiyle, en güçlü çekim merkezleri olan dünyanın “marka kentleri” de koronaya yenik düştü. New York’un yaşadığı trajedi, bu yenilgilerin en etkileyicilerinden. New York Times, 11 Mayıs 2020  tarihli baskısında, “İhtiyacımız Olan Kentler” başlığıyla, “pişmanlıklar ve özlemler demeti” içeren bir  çözümleme yayınladı. Gazete, “Amerikan kentleri bir zamanlar büyümenin ve fırsatların motoruydu”  tespitini yaptıktan sonra, “Bu krizden onları nasıl koruyabiliriz” sorusunu gündeme getirdi.  Gerçekten de dünyayı yöneten kentler, bir anda Ortaçağ vebasına tutulmuş gibi ölü kentlere (nekropolislere) dönüştü. “Kara Veba” salgınlarında çaresiz kalan Ortaçağ dünyası gibi çaresiz kaldı, “bilim ve uzay çağı”nın dünyası. Neyse ki, yine de “bilim ve uzay çağı”nın üstün olanaklarıyla bu defa salgına karşı zafer çok yakın gözüküyor. 

Veba ve çiçek hastalığı tarihin farklı dönemlerinde, bazı ülkeleri ve kentleri neredeyse yok etme sınırına getirmişti. Tarihin en büyük veba salgınlarından birisi 1330’lu yıllarda Avrupa’da yaşanmıştı. Ne ilginç bir durum ki, bu salgının kaynağı da Çin’di. Moğol ordularının taşıdığı veba Avrupa’nın neredeyse tamamını kaplamıştı. İngiltere’de her on kişiden dördü hayatını kaybetmişti. Bazı kaynaklar, 1520 ile 1580 yılları arasında Meksika nüfusunun 22 milyondan iki milyona düştüğünü yazıyor. Sömürgecilerin taşıdığı çiçek, kızamık ve diğer bulaşıcı hastalıklar, neredeyse Meksika’yı yok etmişti. 1918 ve sonrasında yaşanan İspanyol Gribi salgını 500 milyon civarında insanın ölümüne neden oldu. Ortaçağ’da kentleri birer hayalet halinde getiren veba, bu kez yerini koronaya bıraktı. “Bilim, salgınları bir tehdit olmaktan çıkardı” diye düşünülürken, korona bir kâbus gibi çöktü insanlığın üzerine. Dünya genelinde koronadan ölümler 300 bine yaklaşırken, kentler de hayata dönmek için yavaş yavaş canlanmaya başlıyor. Bu nedenle, artık kentler içinde geniş ve ayrıntılı bir “yeniden gözden geçirme” sürecinin gündemde olması gerekiyor. Bu, herkesten önce bütün kentlilerin, plancıların, politikacıların, ekonomistlerin ve elbette kentbilimcilerin ödevidir.

New York Times’ın sorduğu sorular bütün metropoller için geçerlidir. Elbette New York, Londra, Berlin, Paris, Boston, Şikago, Tokyo gibi gelişmiş metropollerle, az gelişmiş ülke metropollerini aynı kategoride değerlendirmek doğru olmaz. Ancak, dünyaya yön veren kentler yüzyıllarca süren imar çalışmalarıyla; altyapı ve üstyapı donatılarıyla “marka kent” övgüsünü kazanmayı hak eden kentlerdir. Eğitim, sağlık, ulaşım, imar, kamu düzeni ve kamu esenliği gibi sorunları büyük ölçüde çözmüş olan New York gibi kentler zor zamanlar geçiriyor. Dünyaya hitap eden üniversiteleri, hastaneleri, finans kuruluşları ve bütün kentsel etkinlikleri adeta ölüm döşeğinde. Arı kovanı gibi işleyen mega makineler ve dünyaya mal ve hizmet üreten bu kentler, büyük bir durgunluğun kıskacında kıvranıyorlar. Bu “acı içinde kıvranma” kentleri ve kentsel sosyal bölünmeleri de yeniden düşündürüyor. Dev gökdelenlerin gölgesinde kalmış yoksul yaşamlar ve semtler, korona vesilesiyle tekrar ve etkili bir biçimde Amerikan kamuoyunun gündemine geldi. Dünya çapında zenginlikler üreten kentler, giderek daha yüksek oranlarda işsizlikle kıvranan kent sakinlerinin iş taleplerini nasıl karşılayacak? Dünyada bütün büyük metropollerin ve elbette bütün kentlerin en büyük sorunu artık budur.

New York Valisi Anrew Cuomo, New Yorkluların çektiği acının nedenini “aşırı yoğunluğa ve kalabalıklaşmaya” bağladı. Kesinlikle haklı, kentleri büyük yapan nüfusları değil, yaşanabilirliği ve sürdürülebilirliğidir. Yoksulluk, ırkçılık, kentsel suçlar ve ötekileştirmelerin bütün kentler için büyük sorun olduğu doğrudur. Ancak, bu sorun kalabalıklaşma dolayısıyla bütün ülkelerde ve bütün kentlerde daha bir çözülemez hale gelmektedir. Neydi sağlıklı kentleşme? Sanayileşme ve ekonomik gelişmeyle birlikte gerçekleşen kentleşme sağlıklı kentleşme olarak tanımlanıyor. Çünkü, kentler her şeyden önce sakinlerine “iş olanakları” sunmak durumundadırlar. Kentli nüfus büyük bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kaldığı zaman, sağlıklı kentleşmeden söz etmek olanaklı olmadığı gibi, işsizlik sorunu diğer bütün sorunların katlanarak büyümesine neden olmaktadır. Kentlerin ve toplumların çürümesinin en önemli nedeni kentsel işsizlik, yoksulluk ve kentsel nüfusun önemli bir kısmının temel yaşamsal gereksinimlerini karşılayamamasıdır.

Kentler bozuldu… Hem de çok bozuldu. Umudun mekânları olan kentler, artık çoğunlukla umutsuzluğun mekânları haline gelmiş durumdadır. M. Castells’in “Dual City” tanımlaması bile bugünkü kentleri anlatmaya yetmiyor. Çünkü, kentler ikili değil, çok boyutlu bölünmelerle karşı karşıyadır. Zenginler, orta sınıflar ve alt sınıfların oturma ve sosyal alanları neredeyse kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmaktadır. Bu durum kentsel kamu hizmetlerinin sunumunda da farklılaşmalara neden olmakta ve en kötüsü büyük sosyal karşıtlıklar üretmektedir. New York Times’ın “Korona salgını, bu bölünmeleri ve ayrışmayı tamir etmek için bir fırsattır” değerlendirmesi elbette bir hayal olarak kalacaktır. Ekonomik, sosyal ve siyasal gerçeklikler, kentsel yoksulluğu ve eşitsizliği ne yazık ki ortadan kaldıracak araçlar sunmuyor; tam tersine derinleştiriyor. Bir ulus olmanın ve bir millet ruhuyla davranmanın yolu elbette “ayrışmaların en aza indirilmesinden” geçmektedir. Bu sosyal, siyasal ve kültürel “aynı yöne bakma” olanağını da, ancak sosyal, ekonomik ve kültürel bütünlükle gelişen sağlıklı ve dengeli kentler sağlayabilir. Gelişmiş ülkelerde nüfusun neredeyse %80’i artık kentlerde yaşamaktadır. Bu nedenle, her türlü sosyal, ekonomik ve kültürel onarım için çok hızlı ve etkili kentsel politikaların geliştirilmesi, belki bir umut olabilir.

Kentlerde işsizliğin en aza indirilmesi; herkesin eşit ve adil bir biçimde eğitim, sağlık, barınma ve geçinme olanaklarına kavuşturulması ve kent yönetimine etkili katılım fırsatları elde etmesi, kentsel politikaların öncelikli amaçları olmalıdır. Kentsel ayrışma, ancak uzun vadede bir “kader olmaktan” çıkarılabilir. Kısa ve orta vadede en azından “iyileştirici ve önleyici politikalarla” toplumsal hasarlar en aza indirilebilir.

Kentin fırsatları da, tehditleri de zengin yoksul herkesi ilgilendirmektedir. Kent bir organizma gibi canlıdır. Her hangi bir unsurdaki hastalık, bütün vücudun rahatsızlığına neden olmaktadır. Ünlü ekonomist J. Stiglitz, “En iyi evler, en iyi eğitimler, en iyi doktorlar ve en iyi yaşam tarzına sahip olabilirsiniz. Ancak, parayla alamayacağınız en önemli şey, ‘yüzde birin kaderinin kalan %99’la bağlı olduğunu anlamak’tır” diyordu. Ne kadar doğru! İnsan, yalnızca kendi toplumunun değil bütün insanlığın bir üyesidir ve bütün insanlıkla bir etkileşim içerisindedir; insanlığın ortak kaderinin bir parçasıdır. Toplum ne kadar atomize olursa olsun, ne kadar ayrışırsa ayrışsın bütün dünya artık sayısız ağla (network) birbirine bağlı olduğu gibi, kentlerde yaşayan herkes de istese de istemese de farklı boyut ve düzeylerde birbirine bağlıdır. “Ortak kader” anlayışı, herkesin temel haklarına karşılıklı saygıyı gerektirir. Ne yazık ki, ortalama insanlar ve en alttakiler böyle bir bilinçten yoksun olduğu gibi politika yapıcılar, ekonomi ve yönetim aktörleri de böyle bir gerçekliğe kayıtsız kalmayı tercih etmektedirler.

Yazıyı New York Times’tan bir değerlendirmeyle bitireyim: “Zenginin işe, yoksulun paraya ihtiyacı var. Kentin her ikisine de…” Aslında kentin, sürdürülebilirlik ve sosyal adalet anlayışına daha çok ihtiyacı var. Bu zenginler için de, yoksullar için de en öncelikli gereksinim…

İnsanlığın sağlıklı ve sürdürülebilir kentlere ihtiyacı var.

 

 


13 Mart 2020 Cuma

Kentin Trajedisi, İnsanın Trajedisi ve Korona


Prof. Dr. M. Akif  ÇUKURÇAYIR
Kent nedir?
Kent sosyal, ekonomik, siyasal, yönetsel ve kültürel bir yapı olmanın ötesinde kamu güvenliğidir, kamu sağlığıdır ve kamu esenliğidir. Bu kavramları kentsel güvenlik, kentsel sağlık ve kent esenliği olarak da ifade edebiliriz.
Kent aynı zamanda plan demektir. Plan, düzenli ve denetim altında gerçekleşecek olan gelişmelerin ana çerçevesidir. İçinde yaşadığımız ancak pek de farkında olmadığımız kentler, corona virüsü nedeniyle dünyanın gündeminde. Kent'in “corona trajedisi” nedeniyle gündemde olması, gelecek kaygılarımız açısından bir fırsat olarak görülmelidir. Kentleşme kuramları, yaklaşımları ve pratiklerinin de bu vesileyle düşünülmesi ve sorgulanması gerekmektedir. Gelişmeler göstermiştir ki, dünyanın en etkili çekim merkezi olan kentler bir anda ölü kentlere (nekropolis) dönüşebiliyor. Bugün köylerden çok kentler tehdit altında ve dünyanın en ünlü kentleri kurumları, etkinlikleri ve
sembolik özellikleriyle birlikte sessizliğe gömülmüş durumdadır.
Karşılıklı bağımlılık (interdepencence) durumu küreselleşmeyi “olumlama” anlamında kullanılıyor ve küresel olanaklardan dünyanın her tarafının yararlanabileceğini öngören açıklamaların önemli malzemelerinden sayılıyordu. Şu anda karşılıklı bağımlılık, eklemlenme ve etkileşim en büyük felakete dönüşmüş durumdadır. Corona krizi nedeniyle bireysel, kurumsal, kentsel ve ulusal soyutlanmalar daha revaçta görünmektedir. Kısa dönemli ve konjonktürel bir durum olmasını umuyoruz. Ancak, kentlerin geleceği üzerinde düşünme açısından bu krizin değerlendirilmesi de gerekmektedir.
Kentler bugün yalnızca Wuhan’dan yayılan “corona virisü (covid19)” tehdidi altında değil, küresel mülteci hareketliliği nedeniyle de tehdit altındadır. Öngörülemeyen bütün kentsel, bölgesel ve ulusal planları geçersiz kılan bu gelişmeler karşısında kent planlaması ve kentlerin geleceği konusunda yeniden düşünmek ve farklı yaklaşımlar geliştirmek gerekmektedir.
Harvard ve Stanford gibi dünya markası üniversiteler kapandı. Bütün dünyanın en önemli eğitim kurumları işlevsizleşti neredeyse. Hollywood tehdit altında, birçok yıldıza virüs bulaşmış durumda. Devlet başkanları, önemli bürokratlara “corona” teşhisi konuldu. Neredeyse dünya genelinde spor etkinlikleri durduruldu. Birçok ülkede eğitim faaliyetlerine ara verildi.
İtalya’nın tamamı karantina altında. Birçok ülkede önemli kentler karantina altında. Bu tehdidin Haziran ayında sona ereceği konuşulmakta. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), covid19’u “küresel salgın” ilan etti. Zira etkilemediği ülke, kurum ve etkinlik kalmadı gibi.
İnsanlık uzayda yerleşim yerleri araştırırken ve koloniler kurma peşindeyken dünyanın gittikçe yaşanılamaz hale gelmesi üzerinde yeterince düşünmemesi ve sorumluluk taşımaması aklın alabileceği bir durum değildir. Ancak, ne yazık ki durum tam da budur.
Kentlerin kalabalıklaştırılması, bütün dünyanın aynılaştırılması/homojenleştirilmesi, dünyadaki popülist yaklaşımların benimsenmesi sanıldığı gibi olumlu sonuçlar doğurmuyor. “Corona”nın kontrol altına alınabilmesi aylar sürdü. Peki ya birkaç ay daha devam etseydi bu “çaresizlik durumu”, o zaman büyük kentlerin tamamını yok edebilecek durumlar ortaya çıkmaz mıydı? Bugün corona, yarın başka bir virüs küreselleşen, kalabalıklaşan ve plansız mega kentleri yok edebilecek duruma gelirse ne olacak? Kentleri kalabalıklaştırmanın önüne geçebilecek önlemler, stratejiler ve politikalar üzerinde düşünmek gerekmez mi? “Adem-i merkeziyetçi” kentleşme modellerini yeniden düşünmek zorunda değil miyiz?

Bu tür afetler karşısında “akıllı kent” (smart city) uygulamaları ne kadar çözüm olabilir? Varsayalım kentin birçok yerine termal kameralar yerleştirildi, güvenlik kameraları gibi. Bir de buna “dezenfektasyon istasyonları” kurulması eklendi. Bu tür uygulamalar ne kadar çözüm olabilir ki?
Bir de “komplo teorileri” var. 1981’de yazıldığı söylenen “Karanlığın Gözleri” (The Eyes of Darkness) isimli romanda bütün ayrıntılarıyla Wuhan’da ortaya çıkan virüsün ne kadar gündemde kalacağı ve mücadelede başarılı olunacağı, on yıl sonra tekrar ortaya çıkacağının anlatıldığı iddia ediliyor. Sosyal medyada fotoğraflarıyla birlikte sayfalarca paylaşımlar söz konusu. Bir “biyolojik silah” olarak virüslerin kentleri ve dünyayı tehdit etmesi karşısında neler yapılabilir?
Biyolojik saldırılar karşısında kentsel güvenlik ve sağlık konusunda da ülkelerin yeniden düşünmesi ve acil stratejiler geliştirmesi gerekiyor sanıyorum. Aksi halde kentlerin ve ulusların ölümü kolaylıkla virüslerle de gerçekleştirilebilir.
Oldukça karamsar bir değerlendirme olduğunun farkındayım. Ancak, “corona virüsü” dünyayı 1929’dan daha büyük bir “bunalıma” doğru götürüyor mu götürmüyor mu, bunun üzerinde de düşünmekte yarar var. Çünkü, farklı disiplinlerdeki bilim insanları oldukça ürpertici değerlendirmeler yapıyorlar.

Var olan kentsel sorunlar ortada duruyorken, “covid19” virüsü hepsini unutturdu.
"Hadi gel köyümüze geri dönelim" demek daha mı sağlıklı bugünlerde? Peki, ne zamana kadar ve nereye kadar? Düşünmek iyidir, sanıyorum hepimizin "kent" hakkında ve geleceğimiz hakkında düşünmek gibi bir sorumluluğu var.
Kentin trajedisi, insanın trajedisidir.

20 Şubat 2020 Perşembe

KENTE DAİR SORULAR

Artık yeryüzünde insanların büyük bir kısmının yaşamı kentlerde geçiyor. Şairin dediği gibi "durup düşünmeden yaşadığımız" için ne yaşamın ne de içinde yaşadığımız kentlerin bilincine varabiliyoruz.

* Kent nedir? Toplumsal, ekonomik, teknolojik, psikolojik, siyasal, kültürel unsurların hangisinin ağırlığı ile kenti tanımlayabiliriz?
* Kent nasıl ortaya çıktı? Tarım, tapınak, güvenlik faktörlerinden hangisi başat rolü oynadı?
* Kent hangi süreçleri içerir? Toplumsal çekirdek halinden megapollere dönüşürken hangi süreçler ve işlevler değişti?
* Kent hangi amaçları karşılar? Yaşam kalitesi, ekonomi, yönetim, güvenlik, kültür, gelişme; yerel, bölgesel, ulusal ve küresel eklemlenmeler?
* Kentin başlangıçtaki işlevleri ile günümüzdeki işlevleri ne kadar farklılaştı? Höyükten megapol'e kentin öyküsü nasıl gelişti?

Kentin izleri 15 bin yıl öncesine kadar gidiyor. Ancak, açıklanabilir tarih beş bin yıllık bir dönem. İlkel kentlerden modern kentlere geldi insanlık. Acaba kentsel yaşam bir yol ayrımında mı?

Kentsel toplumlarda "insani derinlik" mi gelişecek, yoksa otomasyonun zaferiyle "tarih sonrası insan" yani mankurtlar mı söz sahibi olacak?
İkinci seçenek insanı ve insani değerleri yok edecektir kuşkusuz.
Otomasyon, robotlaşma, bilgisayarlaşma, akıllılaşma vb. süreçler gereklidir, ama nereye kadar gereklidir.

Yeni bir nefese, yaklaşıma, ruha ihtiyaç var. 
Kentler insanlığı çeken büyük mıknatıslar gibi tarih boyunca cazibe merkezleri olmuşlardır ve olmaya da devam etmektedir. 
Ancak, acaba yakın bir gelecekte insanlık için en büyük tehdide dönüşebilir mi?
Kalabalıklaşma felaketleri hızlandırıp, kentsel toplumları yok eder mi?
Corona virüsü gibi ölümcül bir virüsün küresel ölçekte daha hızlı yayılması olanak dışı mıdır? 
Gördük ki, hayır!
Corona virüsü insanlığı tehdit eder hale geldi ve bir kent (Wuhan), bütün küresel kentler için tehdit haline geldi ve 'wuhan'da yaşam durdu.
Bunun yanında bir de sosyo psikolojik yıkımlar var.
On milyonluk kentlerde dev kitleler içinde hiçleşen, önemsizleşen, duyarsızlaşan "birey" ne olacak?
Kent makinesi işliyor. Ancak, bu makinenin dişlileri arasındaki insan ne olacak?
Farklı soruların her düzeyde sorulması gerekiyor.
Kent ve kentleşme nereye gidiyor?
Mars'a koloni kurma çalışmaları bütün hızıyla devam ederken dünyadaki kentler hızla yaşanmaz hale gelmiyor mu?
İnsanlığın gidişatında yeterince yanlışlık yok mu?
Sorular, sorular...