15 Kasım 2011 Salı

İNSANLIKTA, KİMLİKTE VE YAŞAMDA DEPREM

Of ki of!!! Nereden başlayalım, ne diyelim… Uzun zamandır kasvetli gündemlere girmemeye gayret ediyorum, fakat olmuyor… Vicdan sızısı, katmerlenen acılar, kar altından yükselen feryatlar, taze evli öğretmenler, yetimler-öksüzler, Japon yüreklerin ders gibi insanlık öyküleri…


Türkiye insanlıktan çıkmış şebekelerin terör cinayetleri ile sarsılırken deprem gibi bir doğal afetle sarsıldı… Toplum olarak büyük bir sınavla karşı karşıya kaldık…

Bu yıkım ve enkazda Türkiye, bir takım cılız ve çatlak seslere kulak asmadı, bütün dünyaya vefanın, yardımlaşmanın, insanlığın ve işbirliğinin dersini verdi…

Dersi verdi ama Japon doktor Miyazaki’nin verdiği ders bütün derslerin üzerine çıktı… Evet, “elin Japonu Miyazaki” geldi, yardım etti ve enkaz altında yaşama veda etti…

Bize, bütün Türkiye’ye çoğumuzun unuttuğu insanlık dersini ölümcül bir sonla verdi… Başkalarını yaşatabilmek ve mutlu etmek için hayatını feda etti…

Bizden bazıları ise o arama kurtarma gününde bile, birtakım “siyasal rantlar peşinde” yırtınırken, insanlıktan ne kadar uzaklaştıklarını bir kere daha gösterdiler…

Yine de Türk insanı, bu şaşkın ve şirazeden çıkmış topluluğa haysiyetli duruşuyla doğru yolu gösterecektir elbet… Umuyoruz ki, o şaşkınlar da Japon doktor Miyazaki’nin öyküsünden hiç olmazsa bir şeyler öğrenirler…

Evet, toprağın bol olsun doktor Miyazaki, rahat uyu! Bize müthiş bir ders verdin ve unuttuğumuz bazı değerleri hatırlattın…

***
Bir yönüyle Van depreminde çok önemli özelliğimiz olan yardımlaşma ve kardeşlik duygularımızı harekete geçirdik; bölgeyi kana ve düşmanlığa mahkum etmek isteyenlere inat oradaki kardeşlerimizin imdadına koştuk Türkiye olarak… Sonuç, ne olursa olsun; acı, yıkım, deprem ve enkaz büyük…

İnsanlıkta, kimlikte ve yaşamda deprem çok büyük ve tarifi imkânsız…

Çok bilinmeyen ama düşünce tarihimizde derin iz bırakan Nurettin Topçu Var Olmak isimli kitabının bir yerinde bütün dünyayı suskunluğa gark edecek bir cümle söylüyordu : “Hayır, bize yaşamak öğretilmeliydi…”

Evet, biz Türkiye olarak “önce insan” ve “insanı yaşatki devlet yaşasın” diyen kimliğimizi ve kültürümüzü terk edeli çok oluyor…

Biz yaşamayı ve yaşatmayı öğrenemedik, öğrenmemiz için de sanıyorum çok bekleyeceğiz… Şehirler inşa etmedik… Ucube bir takım bina müsveddelerini şehir diye hem kendimize hem de herkese yutturduk…

Yığdık, durmadan yığdık… Eşya gibi istifledik insanları… Ya çaresizlik girdabına düşmüş, ya da gözlerini hırs bürümüş, yaşamdan habersiz insanları…

Kalplerini “belki fısıltılarıyla” umutlandırılmış ve kandırılmış fukaracık insanları yüksek beton tabutlara doluşturmuşuz, en ufak bir sarsıntıda ne umutları, ne hırsları; ne evlatları, ne eşleri, ne anaları, ne de babaları kalmış; tamamı yerle bir olmuş…

Vatandaş bir bina yapmış, binanın hiçbir denetimi yok… Malzemenin en ucuzunu ve niteliksizini kullanmış… Depremin darbesi binayı yerle bir etmiş… Sonuç: 4 çocuğu, annesi ve eşi hayatını kaybetmiş… Kendisi kurtulmuş, çünkü evde değilmiş… Sonra da “Ev değil, mezar yapmışım” diye ağlıyor, kendini paralıyor…

Kaç para eder… Giden gitti! Allah böyle bir acıyı kimseye yaşatmasın…
***
Evet, “bize yaşamak öğretilmeliydi…”

Oysa bize hep kavga, hırs, rant, köşe dönmecilik, şark kurnazlığı, umursamazlık ve “bize bir şey olmaz felsefesi” öğüretildi… Uyutulduk ve aldatıldık ey Türkiye!

Şimdi iyice uyanıyoruz ama, eski alışkanlıklarımızdan sıyrılamıyoruz… Büyük büyük şehirlerimizde çöken büyük büyük apartmanlardan 92 can ölü çıkıyor… Hem de deprem olmadan bina çöküyor ve o kadar insanı bizden koparıyor…

***
Sonuç, büyük bir vurdum duymazlık! Gelişigüzel her kentsel arazininin kentsel rantlar uğruna inşaata açıldığı kentlerimiz bize ne anlattı? Ne anlatıyor?
Büyük büyük başkanlarımız, politikacılarımız… ya da sen ben… biz, siz, onlar… Bu sorumsuzluğun, yıkımın ve acının parçaları değil miyiz?

Doğruları haykırmayarak, yanlışları, haksızlıkları, zulümleri yapanın yanın kâr bırakarak…
Asıl suçlu biz değil miyiz? Bu mu bizim kimliğimiz, insanlığımız, yaşam anlayışımız?

Elbette ki hayır! Bin kere hayır!!!

O halde ne oldu bize? Bu yolculuk nereye?
***

Bu rantiye ve şantiye tutkusu, bu beton aşkı, bu aç gözlülük bizleri öldürüyor, görmüyor musunuz?

Ne zaman bizlerde yaşamı alkışlayacağız ölümün yerine? Ne zaman bizde yapılan hatalar kimden gelirse gelsin eleştirebileceğiz? Bu hayatın bize ait olduğunu ve birilerinin onu bizim adımıza biçimlendiremeyeceğini ne zaman haykırabileceğiz?

Kısacası ne zaman hayatımıza, yaşam alanlarımıza, kentlerimize sahip çıkacağız?