3 Şubat 2012 Cuma
“YAVAŞ ŞEHİR” YA DA “SAKİN KENT”
Kent yaşamı gittikçe hızlanıyor, karmaşıklaşıyor ve çekilmez hale geliyor. Bu “gelişmiş dünyada” da böyle ama, bizde “fazlasıyla” çekilmez hale geldi…
Çünkü hergün yüzlerce yeni araç trafiğe çıkıyor; her evde neredeyse ikinci arabalar tamam, belki üçüncüler yolda…
Kapitalizme ve tüketim toplumuna hizmet eden bir yaşam felsefesi gittikçe kuşatıyor bizi…
İhtiyacımız olana da, olmayana da sahip olmaya çalışıyoruz…
Marks, “meta fetişizmi” demişti…
“Maddeye tapınma…” “Miktar ideolojisi…” “Biriktirme hastalığı…”
Modern insanın hastalıkları… Bu hastalıklar, elbette kentin baskısı, stresi, karmaşası ve hızı ile birleşince, “modern insan” zavallı, çaresiz, ezik ve iradesiz bir kimliğe bürünüyor…
Toplum ya da kent ne sunarsa onu olduğu gibi kabullenmek zorunda kalıyor…
Bu yüzdendir ki, daha yirminci yüzyılın başlarında Herbert Marcuse, “günümüz insanı yaşamıyor, yalnızca yaşadığını sanıyor ya da yaşamını izliyor” demişti…
Ne kadar haklı! Aslında “Trumanshow” mu demeliyiz? Bir kurgunun içinde yaşıyorsunuz; sorgulayamıyorsunuz, yönlendiremiyorsunuz, herhangi bir şey katamıyorsunuz… Sizin elinize verilen yol haritasını uyguluyorsunuz…
İradeniz tam anlamıyla sıfırlanıyor…
***
Kentler büyük bir değirmen gibi insan öğütüyor… İnsan, özne olmaktan çıkıyor ve nesneleşiyor…
İnsan ilişkilerinin yeni adı “sosyal sermaye…” Etkileşim çevreniz ne kadar güçlüyse ekonomik, siyasal, yönetsel ve kültürel kazançlarınız da o kadar fazla olur anlayışına dayanıyor…
Yani birisiyle iletişim kurduğunuzda artık “karşıdakinden ne elde edebilirim” kaygısıyla hareket etmenizi salık veriyor “sosyal sermaye” kuramları… Doğrudan bunu demiyorlar da, dolaylı olarak bunu diyorlar…
Dolayısıyla “sosyal sermayeciler” günlük insani ve toplumsal ilişkileri metalaştırıyorlar, deyim yerindeyse “tanışıklıkları, dostlukları” bir biçimde “paraya, ranta, fırsata” dönüştürmenin uzmanları olarak tanınıyorlar…
Hele bizdeki kentsel yaşam tam bir “ucube…”
Baskın ve erdem yayıcı bir kültür yok…
Kırk yamalı bohça, bizim kentlerimizin dokusu…
Tam da bu nedenle yine Batılı toplumlar –çünkü biz enkaz temizlemekle meşgulüz daha- kenti “yaşanılabilir” kılmak için yoğun arayış içerisindeler…
Bu arayışlardan birisi de, kentleri nasıl daha “sakin” hale getirebiliriz arayışı...
Elimde bir kitap var, Konya’da Çizgi Kitabevi yayınlamış (Aralık 2011).
Yazarları, Selçuk Üniversitesi Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu öğretim üyeleri Mete Sezgin ve Şafak Ünüvar…
Kitabın adı, “Yavaş Şehir.” Sürdürülebilirlik konsepti çerçevesinde kentlerin yaşanabilirliğini tartışıyor… Bizde belki de yeni yeni konuşulmaya başlayan bir kavram Batıda epey taraftar bulmuşa benziyor…
Kitabın esinlendiği kavram “Cittaslow”, yaygın bir literatüre sahip…
Kitabın kapağında “kenti sırtlamış bir salyangoz…” Güzel olmuş gerçekten…
Cittaslow, “sakin kent” ya da “yavaş şehir” anlamına geliyor…
Kitabı tavsiye ederim… Kente, kentsel yaşama, kentsel değerlere ve topluma farklı bir pencere açıyor…
***
Sakin kent kavramı içerisinde, “ekolojik yaklaşım” yani hava kalitesi, su kalitesi, doğal kaynakların korunması, iklim değişikliği gibi değerler yer alıyor…
Temel hedef “sürdürülebilir kentler”in tasarlanması ve başarılması…
Tüketim toplumu içerisinde “tüketilen insan” değil; “açık toplum” felsefesiyle yaşanabilir kentler kuran insan konunun odağında yer alıyor…
Sakin kent öyle bir mekan ki, insanlar “dinlenmek ve yenilenmek” için orayı tercih ediyor…
Turizm boyutu da biraz farklılaşıyor dolayısıyla…
***
Bizim de sakin kentlerimiz olacak mı?
2100 yılında belki…
Çünkü, bizim kentlerimiz gittikçe çıldırıyor, çılgınlaşıyor, kontrolden çıkıyor…
L. Mumford’ın sınıflandırmasındaki tiranlaşmış kentler (tyranopolis), biz de hangi kent acaba?
Bence öncelikle İstanbul, sonrasında da bütün milyonluk kentlerimiz…
Çünkü, bu kentler insanı, tarihi, doğayı… kısacası yaşamı eziyor vesselam!
http://www.cittaslow.org/