Prof. Dr. M. Akif ÇUKURÇAYIR
Bir zamanların popüler deyimiyle, en güçlü çekim merkezleri olan dünyanın “marka kentleri” de koronaya yenik düştü. New York’un yaşadığı trajedi, bu yenilgilerin en etkileyicilerinden. New York Times, 11 Mayıs 2020 tarihli baskısında, “İhtiyacımız Olan Kentler” başlığıyla, “pişmanlıklar ve özlemler demeti” içeren bir çözümleme yayınladı. Gazete, “Amerikan kentleri bir zamanlar büyümenin ve fırsatların motoruydu” tespitini yaptıktan sonra, “Bu krizden onları nasıl koruyabiliriz” sorusunu gündeme getirdi. Gerçekten de dünyayı yöneten kentler, bir anda Ortaçağ vebasına tutulmuş gibi ölü kentlere (nekropolislere) dönüştü. “Kara Veba” salgınlarında çaresiz kalan Ortaçağ dünyası gibi çaresiz kaldı, “bilim ve uzay çağı”nın dünyası. Neyse ki, yine de “bilim ve uzay çağı”nın üstün olanaklarıyla bu defa salgına karşı zafer çok yakın gözüküyor.
Veba ve
çiçek hastalığı tarihin farklı dönemlerinde, bazı ülkeleri ve kentleri
neredeyse yok etme sınırına getirmişti. Tarihin en büyük veba salgınlarından
birisi 1330’lu yıllarda Avrupa’da yaşanmıştı. Ne ilginç bir durum ki, bu
salgının kaynağı da Çin’di. Moğol ordularının taşıdığı veba Avrupa’nın
neredeyse tamamını kaplamıştı. İngiltere’de her on kişiden dördü hayatını
kaybetmişti. Bazı kaynaklar, 1520 ile 1580 yılları arasında Meksika nüfusunun
22 milyondan iki milyona düştüğünü yazıyor. Sömürgecilerin taşıdığı çiçek,
kızamık ve diğer bulaşıcı hastalıklar, neredeyse Meksika’yı yok etmişti. 1918
ve sonrasında yaşanan İspanyol Gribi salgını 500 milyon civarında insanın
ölümüne neden oldu. Ortaçağ’da kentleri birer hayalet halinde getiren veba, bu
kez yerini koronaya bıraktı. “Bilim, salgınları bir tehdit olmaktan çıkardı”
diye düşünülürken, korona bir kâbus gibi çöktü insanlığın üzerine. Dünya
genelinde koronadan ölümler 300 bine yaklaşırken, kentler de hayata dönmek için
yavaş yavaş canlanmaya başlıyor. Bu nedenle, artık kentler içinde geniş ve
ayrıntılı bir “yeniden gözden geçirme” sürecinin gündemde olması gerekiyor. Bu,
herkesten önce bütün kentlilerin, plancıların, politikacıların, ekonomistlerin
ve elbette kentbilimcilerin ödevidir.
New
York Times’ın sorduğu sorular bütün metropoller için geçerlidir. Elbette New
York, Londra, Berlin, Paris, Boston, Şikago, Tokyo gibi gelişmiş metropollerle,
az gelişmiş ülke metropollerini aynı kategoride değerlendirmek doğru olmaz.
Ancak, dünyaya yön veren kentler yüzyıllarca süren imar çalışmalarıyla; altyapı
ve üstyapı donatılarıyla “marka kent” övgüsünü kazanmayı hak eden kentlerdir.
Eğitim, sağlık, ulaşım, imar, kamu düzeni ve kamu esenliği gibi sorunları büyük
ölçüde çözmüş olan New York gibi kentler zor zamanlar geçiriyor. Dünyaya hitap
eden üniversiteleri, hastaneleri, finans kuruluşları ve bütün kentsel
etkinlikleri adeta ölüm döşeğinde. Arı kovanı gibi işleyen mega makineler ve dünyaya
mal ve hizmet üreten bu kentler, büyük bir durgunluğun kıskacında
kıvranıyorlar. Bu “acı içinde kıvranma” kentleri ve kentsel sosyal bölünmeleri
de yeniden düşündürüyor. Dev gökdelenlerin gölgesinde kalmış yoksul yaşamlar ve
semtler, korona vesilesiyle tekrar ve etkili bir biçimde Amerikan kamuoyunun
gündemine geldi. Dünya çapında zenginlikler üreten kentler, giderek daha yüksek
oranlarda işsizlikle kıvranan kent sakinlerinin iş taleplerini nasıl
karşılayacak? Dünyada bütün büyük metropollerin ve elbette bütün kentlerin en
büyük sorunu artık budur.
New
York Valisi Anrew Cuomo, New Yorkluların çektiği acının nedenini “aşırı
yoğunluğa ve kalabalıklaşmaya” bağladı. Kesinlikle haklı, kentleri büyük yapan
nüfusları değil, yaşanabilirliği ve sürdürülebilirliğidir. Yoksulluk, ırkçılık,
kentsel suçlar ve ötekileştirmelerin bütün kentler için büyük sorun olduğu
doğrudur. Ancak, bu sorun kalabalıklaşma dolayısıyla bütün ülkelerde ve bütün
kentlerde daha bir çözülemez hale gelmektedir. Neydi sağlıklı kentleşme?
Sanayileşme ve ekonomik gelişmeyle birlikte gerçekleşen kentleşme sağlıklı
kentleşme olarak tanımlanıyor. Çünkü, kentler her şeyden önce sakinlerine “iş
olanakları” sunmak durumundadırlar. Kentli nüfus büyük bir işsizlik sorunuyla
karşı karşıya kaldığı zaman, sağlıklı kentleşmeden söz etmek olanaklı olmadığı
gibi, işsizlik sorunu diğer bütün sorunların katlanarak büyümesine neden
olmaktadır. Kentlerin ve toplumların çürümesinin en önemli nedeni kentsel
işsizlik, yoksulluk ve kentsel nüfusun önemli bir kısmının temel yaşamsal
gereksinimlerini karşılayamamasıdır.
Kentler
bozuldu… Hem de çok bozuldu. Umudun mekânları olan kentler, artık çoğunlukla
umutsuzluğun mekânları haline gelmiş durumdadır. M. Castells’in “Dual City”
tanımlaması bile bugünkü kentleri anlatmaya yetmiyor. Çünkü, kentler ikili
değil, çok boyutlu bölünmelerle karşı karşıyadır. Zenginler, orta sınıflar ve
alt sınıfların oturma ve sosyal alanları neredeyse kesin çizgilerle
birbirlerinden ayrılmaktadır. Bu durum kentsel kamu hizmetlerinin sunumunda da
farklılaşmalara neden olmakta ve en kötüsü büyük sosyal karşıtlıklar
üretmektedir. New York Times’ın “Korona salgını, bu bölünmeleri ve ayrışmayı
tamir etmek için bir fırsattır” değerlendirmesi elbette bir hayal olarak
kalacaktır. Ekonomik, sosyal ve siyasal gerçeklikler, kentsel yoksulluğu ve
eşitsizliği ne yazık ki ortadan kaldıracak araçlar sunmuyor; tam tersine
derinleştiriyor. Bir ulus olmanın ve bir millet ruhuyla davranmanın yolu
elbette “ayrışmaların en aza indirilmesinden” geçmektedir. Bu sosyal, siyasal
ve kültürel “aynı yöne bakma” olanağını da, ancak sosyal, ekonomik ve kültürel
bütünlükle gelişen sağlıklı ve dengeli kentler sağlayabilir. Gelişmiş ülkelerde
nüfusun neredeyse %80’i artık kentlerde yaşamaktadır. Bu nedenle, her türlü
sosyal, ekonomik ve kültürel onarım için çok hızlı ve etkili kentsel
politikaların geliştirilmesi, belki bir umut olabilir.
Kentlerde
işsizliğin en aza indirilmesi; herkesin eşit ve adil bir biçimde eğitim, sağlık,
barınma ve geçinme olanaklarına kavuşturulması ve kent yönetimine etkili
katılım fırsatları elde etmesi, kentsel politikaların öncelikli amaçları
olmalıdır. Kentsel ayrışma, ancak uzun vadede bir “kader olmaktan”
çıkarılabilir. Kısa ve orta vadede en azından “iyileştirici ve önleyici
politikalarla” toplumsal hasarlar en aza indirilebilir.
Kentin
fırsatları da, tehditleri de zengin yoksul herkesi ilgilendirmektedir. Kent bir
organizma gibi canlıdır. Her hangi bir unsurdaki hastalık, bütün vücudun
rahatsızlığına neden olmaktadır. Ünlü ekonomist J. Stiglitz, “En iyi evler, en
iyi eğitimler, en iyi doktorlar ve en iyi yaşam tarzına sahip olabilirsiniz.
Ancak, parayla alamayacağınız en önemli şey, ‘yüzde birin kaderinin kalan
%99’la bağlı olduğunu anlamak’tır” diyordu. Ne kadar doğru! İnsan, yalnızca
kendi toplumunun değil bütün insanlığın bir üyesidir ve bütün insanlıkla bir
etkileşim içerisindedir; insanlığın ortak kaderinin bir parçasıdır. Toplum ne
kadar atomize olursa olsun, ne kadar ayrışırsa ayrışsın bütün dünya artık
sayısız ağla (network) birbirine bağlı olduğu gibi, kentlerde yaşayan herkes de
istese de istemese de farklı boyut ve düzeylerde birbirine bağlıdır. “Ortak
kader” anlayışı, herkesin temel haklarına karşılıklı saygıyı gerektirir. Ne
yazık ki, ortalama insanlar ve en alttakiler böyle bir bilinçten yoksun olduğu
gibi politika yapıcılar, ekonomi ve yönetim aktörleri de böyle bir gerçekliğe
kayıtsız kalmayı tercih etmektedirler.
Yazıyı
New York Times’tan bir değerlendirmeyle bitireyim: “Zenginin işe, yoksulun
paraya ihtiyacı var. Kentin her ikisine de…” Aslında kentin, sürdürülebilirlik
ve sosyal adalet anlayışına daha çok ihtiyacı var. Bu zenginler için de,
yoksullar için de en öncelikli gereksinim…
İnsanlığın
sağlıklı ve sürdürülebilir kentlere ihtiyacı var.